Sepetim
Sepetinizde ürün bulunmuyor.
Image
Hasan Basri Kiymaz | 3/18/2024 | İddialara Cevaplar

İddialar

Bazı iddialara cevaplar verilmiştir.

Dua etmek varken böyle șeylere niye ihtiyaç duyuyorsunuz? Tılsım, vefk nedir? Bence bunların hepsi büyüdür.

Duayı 3'e ayırabiliriz; fiili, sözlü, yazılı. Biz konumuz bu olduğu için tılsım ve vefkler üzerinden gidelim. Tılsımve vefkler yazılı dua sınıfında yer almaktadır. Peki bu tılsım ve vefk nedir, bir örnekle anlatalım: Bir kimsenin faydasına vesile olacak bitkileri toplayıp ondan kendine şurup yapması dua etmek gibi, bir eczaneye gidip faydasına vesile olacak şeyleri tek bir hapta alması vefk ve tılsım gibidir. Çünkü vefk ve tılsım aslında bir şeylerin formülü, kodlanması, sırlanmasıdır. Görünürde bir ot gibi aşikar değil, hap gibi sırrı içinde saklıdır. Ona bakmak ile mahiyetini kavrayamazsın. Bilen bir göz ise mahiyetinde nice bitkilerin karışımının kendisinde kondense olarak toplandığını görür. Şimdi gelelim büyüdür bahsine. Öncelikle büyünün ne olduğunu bilmek gerekir ki, ona göre bu büyüdür veya büyü değildir diye ayırt edebilecek bir nazara sahip olalım.

Büyüdür:

Büyü; sözlü okumak ve üflemek ile yapıldığı gibi, bunları tılsım ve vefke dönüştürüp yazmak tercih edilerek de yapılabilir. Yani büyü sadece yazıyla da sınırlı değildir. Büyüyü büyü yapan şey ise içeriğidir. Büyü; içeriğinde küfür ve şirk barındıran, amelde ise pis şeyler ve haram işler ile yapılan ameldir. Baştaki örnekle yine bir hap gibidir, ancak zehirdir.

Büyü Değildir:

İçeriğinde esma, ayet, dualar barındıran okuma üflemeler (yani rukye) ve bunları tılsıma, vefke dönüştürüp yazmayı tercih etmek büyü değildir. Bunlar; amelde temizliği gerektiren ve helal olan işler ile yapılan ameldir. Baştaki örnekle biiznillah derde deva bir hap gibidir. İşte büyü ile duanın farkı ve ayrımı buradan gelir. Görünüşe aldanmamalıdır. Neticede ikisi de aynı şeyler, benzerdir dememelidir. Çünkü ikisi de aynı ağızdan çıkmakla beraber; bir söz insanın ebedi cennet ile müjdelenmesine sebep oluyorken, bir söz de kendisini o cennetten çıkarıp, ebedi cehennem ile muhatap tutabiliyor. Küfrün ve imanın dilde çıkış yeri aynı olsa bile manada bambaşkadır. Oysa görünürde ikisi de yalnızca ses ve kelimelerden ibarettir. Fakat buna bakılmaz, manada neyi teşkil ettiğine bakılır ve öyle hükmedilir.

Kişinin iradesini etkileyen her şey büyüdür. Kimsenin, birinin iradesine karışmaya, değiştirmeye hakkı yoktur.

İradenin sözlük anlamı, istektir. Herkesin isteği meşru bir istek olsaydı; suç ve ceza diye bir kavram olmazdı. Buradan anlıyoruz ki bir yere ulaşmadan önce, cezalandırmak yerine değiştirmeye çalışmak belki daha masumane bir çözümdür. Suçluya ceza vermek kadar, onun bu suçu işleme isteğine müdahale etmek ve o isteği hayra çevirmeye çalışmak elbette aklı selim bir insan için tabii idir... Ayrıca iradeyi etkileyen her şey haram mıdır örnekle ona bakalım. Bir kimse şiddete meyilli olsa, onu dahahalim bir insana çevirmeye çalışmak büyü müdür? O vakit bazı haplar büyü, psikologlar büyücü mü oluyor?Veya kişinin yumuşaması, hidayet bulması, kötü alışkanlıklarını bırakması (...) için yapılan hayır dualar büyü mü oluyor? Zira o duanın kabulü neticesinde karşıdaki kişinin o yöndeki iradesi/isteği değişecek...İşte nasıl ki dualar bu hususta bir büyü değiller, aynı şekilde belirli zikirler okuyarak bunu temenni etmek veAllah'tan istemek de büyü değildir. Zikirlerin yazılı olan halleri ile bir hap hükmünde olan vefkler ve tılsımlardabüyü değildir. Çünkü o kapıyı çalan sen olsan da açacak veya açmayacak olan yine Allah'tır. Dileyen bir sözile, dileyen bir not ile hacetini iletir. Bunun iyi veya kötü olması, dua veya büyü olması içeriği ve ameli ilealakalıdır. Yoksa her yazan ve her söylenen, her iradeye etki eden ve kişinin isteğini çeviren şey büyü değildir.

Peygamber efendimiz zamanında bu ilimler var mıydı, peygamber bunları yaptı, öğretti mi? Mezhepler, tarikatlar, havas ilmi... Hepsi sonradan çıkmış bidatlerdir.

Efendimiz aleyhisselam ikram ediciydi. Ashabın hepsine kendi istidatlarınca gerek dil ile, gerek gönül ile ilim öğretti. Buna delil Ebu Hureyre hazretlerinden: -"Resûlullah (aleyhisselam)'dan iki kap (dolusu) ilim öğrendim. Birisini yaydım, anlatıp herkese duyurdum; ikincisini söyleyecek olsam, şu boğazım kesilirdi." (Buhârî, İlim, 42) sözüdür.Hepsinin tattıkları ve kaldırabilecekleri başka başkaydı. O sebeple hepsine ayrı ve özel olarak; kimi zaman açıktan, kimi zaman gizliden talim ettirdi efendimiz aleyhisselam. Neticede hepsinin aldığı bizatihi efendimizdendi. O sebeple hepsinin tuttuğu yol, belki başkalarına göre (istidatları dolayısı ile) yanlış gibi görünse de (yukarıdaki ebu hureyre hazretlerinin sözüne istinaden) doğruydu. Kimi itikaf üzere yaşamayı tercih etti, kimi halk içinde, kimi zikir ehli, kimi oruç, kimi cihad ehli, kimi sohbet, kimi ilim ehli, kimi yakin, kimi hüzün ehli, kimi neşe... Zaten o sebeple efendimiz aleyhisselam buyurdu:-"Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız kurtuluşa erersiniz." (Beyhakî, el- Medhal, s.164, Kenzu'l-ummal, h. no: 1002) Şimdi hal böyle iken efendimizi, yalnız kendisi ile sınırlandıramazsınız. Ashabın her biri efendimizin açtığı birer yoldur. Bu zamanda olan hakikat ilimleri, o zamanda birer numune olarak ashabta vardı. Ashabın her biri ayrı bir yol/tarikat üzereydi. Ancak tüm o yollar Allah'ın rızasına çıkan yollardı. O yolların çeşitliliği bidat değil, Allah'ın rahmetindendir. Sünnetullah; özel olarak yaratılan her kula özel bir yol gerektirir. Şimdi bunu bir misal ile zihinlere yerleştirelim. "Efendimiz aleyhisselam ikram ediciydi." Her bir ashabına, ayrı ayrı, ağızlarına göre birer meyve ikram etti. Ashab bunlar ile tatlandılar ve yaşadılar. O meyveleri de toprağa ektiler. Zamanla; o fidan, ağaç oldu, ağaç meyve verdi. Şimdi bu ağacı görüp birileri çıkıp diyor ki, bu ağaç o zamanda yoktu bu bidattır. Sonradan olma, uydurma iştir... İşte ey kardeşim bu basiretsizlik öyle bir beladır ki kişiyi gafletinde boğar. Aç bırakır ve nasipsiz kılar. Hikmet ehli ve ilahi nizama teslim olan zat görür ki bunlar takdiri ilahidir. Elbette fidan, fidan olarak kalmayacaktır. Büyüyecek, gelişecek ve meyveler verip çoğalacaktır.Sen de nasipdar olmak için bu ağaçların kökü sağlam olanlarını seç, o ağaçlardan da sağlam ve güzel olan meyveleri alıp faydalan. Mahrum olmakta ısrarcı olan, bırak mahrum kalsın. İşte tarikatler, mezhepler ve bu gibi maneviyat ilimleri böyle böyle aşikar olmuştur. Meyvesi zamanla zuhura geldi diye, efendimiz zamanında dikilmemiş değildir. Bilakis o zamanda dikilmeli ki, ondan sonra meyve verebilsin. O zamanın birer birer numuneleri, zamanla bu ağaçlar ve meyveler ile çoğalmış ve göze gelmiştir. Hikmetle bak ve bundaki sırrı kavra. 

Hazreti Ali efendimizin sahip olduğu ilme ashab efendilerimiz şaşırıyordu. Hatta bu şaşkınlık sebebi ile Ebu Cüheyfe hazretleri: -"Hazreti Ali'ye sordum: 'Sizin yanınızda Kur'ân'dan başka vahiy var mı?' Cevaben, hayır, dedi. 'Ancak Allahu Zülcelâl bir kula kitabından anlayış verirse o müstesna.' buyurdu."(Camiu'l-Usul, Gümüşhanevi, s.69; Hülesatü'l-Ahbar, Aziz Mahmud Hüdayi, s.150-163) demiştir. Hazreti Ali Efendimiz: "Bütün semavi kitapların esrarı Kur'an'dadır. Kur'an'daki, her şey Fatiha'dadır. Fatiha'daki her şey Besmelededir. Besmeledeki her şey Besmelenin 'ba'sındasdır. Besmelenin 'ba'sındaki ise onun altındaki, noktadadır." (Kuduri, Yenabiu'l- Mevedde) buyurmuştur. Bu elbette havas (saklı olan) ilimden birer parça idi. Ashab efendilerimiz Hazreti Ali için: "Kur'ân'dan yalnız Fatiha-yı şerif hakkında bildiklerini söylese yetmiş katır yüklü kitap yükleyebilir." demişlerdir. Şimdi hangi zahiri alim ve hangi zahir manalar ile bu kadar ilim ortaya çıkabilir? Elbette burada ortaya atılan tohumdan anlaşılır ki bunlar maneviyata dair ilimler, ilmi ledun ve ilmi havasa dair sırlardır. Ki onları yazıp bitirmek bu dünya mürekkepleri ile kabil değildir. Bu bile, havas ilmine ashabdan delildir. Caferi Sadık Hazretlerinin bu ilim hakkındaki sözleri de ayrı birer delillerdir ki onları zikretmekle daha da söz uzamasın. Zira ehline bunlar da yetecektir. Şimdi aklı olan kabul eder ki; bu zamanda olan teferruat, o zamandaki bu numunelerden gelmektedir. Bir kimse sana bir yerden su kaynağı gösterse, sen de o kaynaktan alıp çeşmeler inşa etsen, elbette içenler artacak, su ile yapılan işler de çoğalacaktır. Bu suyu, su olmaktan çıkarmaz. Çeşmeleri de sudan ayrı kılmaz. Onlar da o suya aracı olduğundan birer aza hükmüne girerler. İşte o sebeple bunlar bidat olmaktan uzaktır.

Sayılı zikir çekmek ve zikirleri çok çekmek, icazetsiz çekmek musallata sebep oluyor. Ben çekmeye başladım, korkutuldum. Ondan bıraktım.

Öncelikle şunu bilin ki Allah'ı, yani yaratıcısını zikreden bir kimseyi, Allah'a yönelen ve ona sığınan bir kimseyi nasıl olur da onun yaratmış olduğu mahluklar ile korkutabilirsiniz? Allah'ı zikredene kim dokunabilir? Bu gibi sözlere inanmayın, inananları da uyarın ve deyin; Allah'ı zikretmek ne zaman bir sıkıntı teşkil etti, Ahzab/41'de: "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin!" diye ilahi bir hitap/emir var iken? Tamam, gerçekten zikirden sonra korkutulanlar veya sıkıntı hissedenler, işleri ters gidenler yok mu? Var... Ancak sebebi zikretmeleri değil. Sebebi Zuhruf Suresi 36. Ayette: "Kim, Rahman'ın Zikri'nden yüz çevirirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur." diye buyrulan ikazdadır. Ki zikir çekmeyen bir kimse, herhangi bir zikre düzenli devam etmeye başladığında, onunla daha önceden dost olan o şeytan rahatsız oluyor, sıkıntı çekiyor ve yanmaya başlıyor. Bu sıkıntı neticesinde de kişiyi korkutuyor, sıkıntı veriyor veya işlerinin ters gitmesine vesile oluyor. Çünkü o şeytanın Allah'tan izin ile kişi üzerinde tasarrufu haktır. Bu hakkı kullanarak sana bunları yapıyor ki zikirden dolayı böyle olduğunu düşün. Zikirden önce bir şeyim yoktu, zikir çekmeye başladım musallat oldular, işlerim ters gitmeye başladı, sıkıntılar başladı ve korkutulmaya başladım diye düşün ve böylece zikri terk edip, zikirsiz yaşamaya devam et. Ne zaman zikretmeye başlasam,abdestli gezsem işlerim ters gidiyor ve ne zaman bunları terk etsem işlerim yoluna giriyor diyenlerin, deme sebebi bundandır. Böylece sana bunu inandırır, anla ve inanma; zikre sarıl ve bırakma. Çünkü sen buna rağmen devam eder ve bırakmazsan o yanacak ve gitmek zorunda kalacak. O sana değil, sen ona galip geleceksin. Böyle olunca zamanla tam aksine; zikrettikçe bereket bulacaksın, işlerin daha da yoluna girecek, daha huzurlu ve daha rahat olacaksın, sıkıntılarından zikir ile kıurtukacaksın. Sadece o rahatlığa kadar, bu zorluğa sabret ve şeytandan olduğunu bil. Muhakkak ki onun aldatması çoktur ve insanlara apaçık bir düşmadır. Onun ile değil, melekler ile dostluk kur. Uzun lafın kısası zikirden sonra korkutuldum gibi sözler söyleyenlerin çoğunun üzerinde zaten zikirden önce de musallat vardır ki onlar kişinin üzerinde rahat olduklarından kişiye dokunmuyorlardır. Ne zaman zikirlere, ibadetlere başlasa, o zaman rahatsız olduklarından rahatsız etmeye başlarlar. Sende sanırsın ki; zikirden sonra böyle olduğu için, zikir buna sebep oldu ve zikirden dolayı musallat geldi. Halbuki önceden beri üzerinde olandı o seni rahatsız eden. Şimdi bunu anla ve zikre gayret et. Peki Allah ne için buna izin veriyor ve ne için böyle bir şey oluyor? Sebebi, ihlasın ortaya çıksın. Hakk'ı gerçekten ihlas üzere mi zikrediyorsun, sıkıntıya rağmen buna devam edebiliyor musun izhar olsun. Hakikatli misin, yoksa lafta mı zikir ehlisin ayırt edilsin. Elmas mısın, kömür müsün görülsün. O sebeple zikirsize dost olarak şeytan verilir, zikir ehline dost olarak melek verilir. O sebeple zikir ehli zikri terk ettiğinde sıkıntı çeker,bereket kalkar/zikirsiz ise zikre başladığında sıkıntı çeker, işleri ters gider. Bu böyle bir nizamdır ve böyle bir terazi üzerine kuruludur. Hangi tarafta olacağın senin tercihindir.Tüm bunlara dayanarak sana söylüyor ve nasihat ediyorum ki; Kabahati zikrullah'ta değil, kendinde ara ve bul...

Siz zikir çekmekte sıkıntı yok diyorsunuz, ancak çoğu şeyh efendi izinsiz zikir çekmek noktasında uyarıyor.Onlardan daha mı iyi biliyorsunuz!

Hâşâ... Tüm seyyidlerin, ehlibeytin ve şeyh efendilerin ayakları başımın üzerinde, sözleri ise sözlerimin üzerindedir. Ancak ben birebir böyle söz söyleyen şeyh efendilerden bazılarının meclislerinde bulunduğum için biliyorum ki buradan kasıt videolarda anlaşıldığı gibi değildir. Şeyh efendilerin dediği; izinli zikir çekmek gerek, izinsiz zikir fayda vermez, boşadır veya korkutucu hallere sebep olur sözleri haktır. Ancak bu zannettiğiniz gibi normal zikirler için söylenilen bir söz değildir. Veya havas terkipleri olarak paylaştığımız şifa ve dertlere deva içerikli zikirler için de değildir. O ulu zatların söyledikleri bu sözler; halvet ve riyazet gerektiren özel zikirler içindir. O kasem ve davetler ile okunan ayet veya esma zikirleridir ki bunlar riyazet ve mücahede ve halvet gerektirir. İnsanlardan uzak kalmak, yalnızlık, hayvansal gıdayı terk, az yemek, az konuşmak ve az uyumak gibi ağır şartlar gerektirir. Çünkü ancak bunlar ile insan vücudu ruhani temasa müsait bir yapıya geçer. Bu ilahi bir nizamdır ki, nebi aleyhisselam da hira mağarasına bu ilahi nizam gereğince cezbolundu. İşte bu kendi başına yapılacak bir iş değildir. Bir yol gösterici mürşid ile veya buna ehil bir üstad ile yapılır ve onun emri dinlenir, dışına çıkılmaz. Şeyh efendilerin ikaz ettiği; ya boşa olur veyahut tehlikeli bir hale sebebiyet verir dediği okumalar ve zikirler bu usül üzere çekilenlerdir. Ancak videolarda genelde soruyu kaçırdıklarından sadece cevabı dinleyenler bunu tüm zikirlere adlederler. Öyle değildir. Onu soranlar eserlerdeki bazı riyazet gerektiren esma okumaları, hüddam temaslarını ve yapılabilirliliğini soruyorlar. Ona göre de cevap alıyorlar.Yoksa biliniz ki zikrin sayısında veya çokluğunda bir zarar yoktur. Sayı ilaç olur ki ona göre reçetesi ehli tarafından bu sayfada paylaştığım gibi verilir. Çokluğunda da bir rahmet ve tezkiye vardır ki kişiyi nur sahibi eder. O sebeple tariklerin çoğunda sayılı hususi evradlar dışında, günlük sayısız zikir de telkin ederler. Evradın bittiği vakit boş durma; sayısız tevhid çek evladım, veya okuyabildiğin kadar kuran oku evladım, nafile kıl evladım veya salavat getir evladım diye nasihat ederler. İşte o evrad tasavvuf yolunda bir yakıt iken, diğer hariçtekiler bir nurdur. Hem biliniz ki her müslüman kişi, bir veliye bende değildir, hem bu şart da değildir. Bende olana ne mutlu, mübarek olsun. Olmayan ise Allah'ın rızası dışında mıdır ki zikirden uzak dursun? Velayet şart olmadığı halde, rızayı ilahi şarttır. Velayete çalışmak avam işi değildir. Ancak Allah'ın rızasına çalışmak herkes işidir. O sebeple ey bu velayet yolunun ehli, avam için size yüklenen yükleri yüklemeyiniz. Onlara yolun ince işlerini anlatıp, kafa bulandırmayınız, zorlaştırmayınız. Yolumuz birdir bizim, çeşit çeşit olsa da gidişimiz. Zikri sevdiriniz, ondan korkutmayınız.

Tılsımlar manası olmayan sayılar ve harflerden oluşur. Böyle şeyleri yazmak doğru değil.

Bahsedilen tılsımlardan mada; çeşitli harflerin birleşimi veya aynı harfin birden çok defa yazılması, çeşitli sayıların birleşimi veya aynı sayının birden çok defa yazılmasıyla elde edilen tılsımlardır. Bunların hepsinin birer sırrı vardır. Ancak bunların hepsine bir ayetin veya bir esmanın veya bir duanın tılsımıdır diyenler; bu konuda yanılırlar. Çünkü tılsımların belki %10'luk bir kısmı ancak böyledir, geriye kalanı ise bir sözün tılsıma çevrilmesi değil, doğrudan harflerin veya sayıların tılsım mahiyetinde olmasıdır. Örneğin; (ررر) ( ۲۲۱۳۱ ه ) ... gibi aynı veya farklı harf ve sayıların tekrarı ve birleşmesi ile zahirde bir mana teşkil etmeyen şeylerdir. Fakat zahirde mana teşkil etmiyor diye bunlar manasız boş şeyler değillerdir. Zira eğer manasız olsa idi Kuran-ı Kerim'de hurûf-ı mukattaa  ن ( "nun" ) ص ( "Sad" ) ا ل ر ( "Elif-Lam-Ra" ) ط س م ( "Ta-Sin Mim" ) ... gibi hafler olmazdı. Demek bunlarda, her ayette olduğu gibi bir mana, bir sır ve bir tesir var. Öyleyse her sayıda olduğu gibi, her harfte ve seste de ayrı bir tesir var. Şimdi bunu böyle kabul etseler hiçbir sorun ortada kalmayacak. Ancak bazı hocalar bilgisizliklerinden ve bilmiyorum diyemediklerinden ama ilmi de savunmaya çalıştıklarından iyi niyet ile bu harflerin birleşimine bile kendisinden ayrı bir mana yüklemeye çalışıyorlar. Oysa bu harfler zaten esasen varlıkları ile bir mana teşkil ediyor, o manayı varlığında muhafaza ediyorlar. Dışarıdan başka bir mana vermeye çalışmak boşadır. Bu konuda bazı sözde hocalar ise kendilerini alim ve bilge göstermek maksadıyla bunların anlamlarını bildiğini ve falanca ayet, falanca dua veya falanca esmaya ait olduklarını iddia ediyorlar. Böyle olunca da her ağızdan farklı söz söyleniyor ve manalarını da tam olarak çıkaramadıklarından bu hususta bu ilmi suizan altında bırakıyorlar. Oysa tılsımların büyük çoğunluğunun harflerin tesirinin veya sayıların tesirinin kullanılarak oluşturulduğunu söyleseler bu karışıklık ortadan kalkacak. Bunu da herkesin bilmesi zaten mümkün değildir. Çünkü mananın ve sırrın alfabesi yoktur ki tahsil edilsin. Bunlar marifete dayalıdır. Eğer o yoksa keşf ve hissiyat ve tecrübeye dayalıdır. Bilmiyorum demek zor değil. Madem bunlara vakıf değiliz, o zaman vakıf olan zatların sözleri ile amel etmeliyiz. Kendimizce bir şeyler uydurmamalıyız.

Bunu en güzel Muhyiddin İbni Arabi hazretleri beyan etmiştir. Her harfin şeklen ayrı surette olduğu gibi, lafzen de ayrı suretinin olduğunu ve bunların da her birinin ayrı manalar barındırdığını, birleşimlerinin de aslından ayrı manalar oluşturduğunu açıklamıştır. Hatta: - "Ey dostum bil ki harfler de ümmetlerden bir ümmettir. Onlar da muhataptırlar ve mükelleftirler, onlar da Allah'a ibadet ederler. Bunları bizim yolumuzdan giden keşif ehli olanlar tanır." buyurmuştur. Bu sözün hakikatine delil, ilmin kapısı Hazreti Ali efendimizin sözüdür ki: "Bütün semavi kitapların esrarı Kuran'dadır. Kuran'daki her şey Fatiha'dadır. Fatiha'daki her şey Besmele'de dir. Besmele'deki her şey 'ba'sında dır. Besmele'nin 'ba'sındaki sır ise onun altındaki noktadadır." buyurmuştur. Buna ek olarak Hızır Aleyhisselam'ın dostu Ladikli Ahmet Hüdai Hazretleri de Kuran-ı Kerim dinlediği vakit bir yanlış okumada hemen fark edermiş. Ona efendim siz okuma yazma bilmezsiniz, nasıl yanlışı fark ediyorsunuz diye sorduklarında: "Evladım kıraat esnasında her okumada ağızdan çıkan harfleri secde ederken görüyorum. Ancak bir yanlış okumada bu olmuyor. Oradan anlıyorum." dermiş. İşte keşif ehli büyük zatlar birbirlerini böyle destekliyorlar ve saf doğru bilgiyi bize ulaştırıyorlar. Havas alimleri de bu harflerden manalar çıkartmış ve bu sırlardan bazılarını izhar etmişlerdir. Örneğin: Ra harfi talibin ve rızkın celbinde... Kaf harfi heybette, kahretmede, galip gelmede... He harfi tesir etmede... Gibi bunların tesirlerinin olduğunu beyan etmişlerdir. Bu keşif ehlince de keşfinin nispetinde ilham ile anlaşılır veya hissedilir ve tecrübe ile görülür. Büyüklerimizce ise doğrudan sağlam olarak bilinir. Hakiki ilhamda da esmayı ilahilere, bu bilgiler zıt düşmezler. Çok derine inmeden örneğin; Rezzak ismi şerifi Ra ile başlıyor, Kadir, Kahhar, Kerim ismi şerifleri Kaf harfi ile başlamaktalar. Halık, Hadi ismi şerifleri he harfi ile başlamaktalar. Bu böylece devam eder ve detaylandırılır. Ancak çok uzatmaya ve detaya inmeye hem lūzum yoktur hem de burada bunları açıklamama fırsat yoktur. Neticede tılsımlar; harflerin ve sayıların tabiat ve unsurları ile, yazılı olarak veya sözlü olarak çıkışlarında hasıl olan tesirin, bir sisteme oturtturulup onları da tevkiller ile amaca uygun kullanmakla oluşur. Bunların da manasız olmadığını önceki sözler ile delillendirdik. Demek ki bunlar aşikar değil diye manasız da değiller. Manası olan bir şeyin kullanımını da lüzumsuz göremeyiz. O vakit tılsımların da varlığını, faydalısı iyisinin ve zararlı kötüsünün olduğunu kabul etmek gerekir. Ve ehil değilsek anlayamayacağımız bir mesele olduğunu bilmek gerekir. Bilmiyorsak bilmiyorum demeyi de küçüklük olarak görmemek gerekir. Bilen alimelere veya bu alanda keşif ehli, tecrübe ehli kimselere tabi olmak gerekir. Buradaki harflerin sırları esmalardadır. Eğer keşifte elde edilen bilgi esmalardan biri ile denk düşmez ise o zaman o keşfe itibar edilmez. Böylece hakikati bilinmese de en azından yanlışı ve doğruyu ayırt edecek bir basirete sahip olunur.

Siz bu şekilde vefk ve tılsım, ayet ve sureleri yazıyor ve bundan para alıyorsunuz. Oysa Bakara/41'de: "Ayetlerimiaz bir fiatla, yani dünya menfaati ati karşılığında satmayın." ve Maide/44'te: "Ayetlerimi az bir menfaat karşılığındasatmayın." buyruluyor. Yani siz bunları yazıp para alarak haram işliyorsunuz. Haram kazanıyor ve büyük günahagiriyorsunuz. Bunlar yapılsa bile para karşılığı yapılamaz. Allah rızası için yapılır.

Öncelikle bu ayetlerin ne manaya geldiğini bilmek gerekir ki oradan hüküm çıkarılabilsin. Bunu bilmek için de o örnek gösterilen ayetlerin tamamına bakılması yeterlidir:

"İçinde hidâyet ve nûr olan Tevratı biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebiler, Yahudilerle ilgilimeselelerde onunla hükmederlerdi. Alimler ve mürşitler de Allah'ın kitabını koruma ile görevlendirilmelerisebebiyle, yine onunla hüküm verirlerdi. Hepsi de kitabın hak olduğunun şahitleri idiler. O halde ey hakimler,insanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler." (Maide, 5/44)"Sizin yanınızda bulunan Tevratı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'ân'a iman edin, onu inkâr edenlerin başınısiz çekmeyin. Ayetlerimi az bir fiatla, yani dünya menfaati karşılığında satmayın. Asıl bana karşı gelmekten sakının." (Bakara, 1/41)

Görüldüğü gibi bu ayeti kerimeler diğer ehli kitap olan kimseler için inmiştir. Manası ise ey hükmedenler, ey alimler; hak olanı dünya menfaati veya bir ücret karşılığında değiştirip anlatmayın. Emrim ne ise, yasaklarım ne ise onu söyleyin. Demektir. Bu halkın kolayına veya zenginlerin işine gelecek diye ayetleri değiştiren veya ayetlerdeki hükümleri değiştirenlere hitaben indirilmiş bir ayettir. Yoksa yazılı metnin satılması ile alakalı inen bir ayet değildir. Öyle olsa idi en basit örnekle bu zamanda Kur'an-ı Kerim bastırıp satan herkes haram işliyor olurlardı. Bu da, bu kadar Kur'an-ı Kerim üretilmesine ve yayılmasına, sahip olmamıza mani olan bir iş olurdu. Çünkü bir şeyin sürdürülebilir olması için maliyetine ve çilesine göre bir karşılığı olması gerektir. Kur'an-ı Kerim için yüzlerce sayfa kağıdı, cildi, mürekkebi, basım süreci vesair maliyetleri de böyledir. Ücret alınır ki devamı olsun.Yani temel yanlış aslında ayetteki manayı kavrayamamaktan ileri geliyor. Bunu kavrayan bir kimse zaten anlayacaktır özü. Bunun için tefsirlere bakmalıdır yalnız meale değil. Şimdi bu alandan para kazanmak bahsine gelip bunun helal olduğunu deliller ile anlatalım inşaAllah.

Buna delil çok olmasına rağmen en karşı koyulamayacak, sahih ve en net hüküm çıkacak hadisi nakledip uzatmadan neticelendirmek muradındayım ki ehline bunlar yeterli cevap olacaktır. Sahabe efendilerimizden Ebu Said Hudir radiyallahu anh hazretleri rivayet etmiştir: Resulullah'ın sallallahu aleyhi ve sellem sahabelerinden bir grup seferde idiler. Arap yurtlarından birine rastlayıp orada misafir olmak istediler. Ancak onlar bunu kabul etmek istemedi. O sırada kabilenin reisini akrep sokmuştu. Her ne yaptılarsa çaresini bulamadılar. İçlerinden bir kısmı "Şu gelen insanlara bir müracat etseydiniz, belki onlarda bunun bir çaresi vardır." dedi. Sababelere gelip dediler ki "Reisimizi akrep soktu. Elimizden geleni yaptık fakat çare bulamadık. Siz bir şey yapabilir misiniz?" Sahabelerden birisi "Vallahi ben hasta okumasını bilirim. Ancak bizi misafir etmenizi istedik, siz kabul etmediniz. Eğer bunun karşılığında bir şey vermezseniz hastanıza okumam." dedi. Bunun üzerine, bir sürü koyun üzerine anlaştılar. Sonra gidip hastaya Fatiha'yı okuyarak üflediler. Hasta bağlandığı ipten kurtulmuş bir deve gibi sapasağlam oluverdi. Ebu Said radiyallahu anh hazretleri der ki: Sonra onlar sözlerini yerine getirip koyunları verdiler. Sahabelerden birisi "Koyunları taksim edin." dedi. Hastaya okuyan Sahabi, "Hayır! Önce Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına varalım. Meseleyi anlatalım, bakalım ne buyuracak? Ondan sonra taksim ederiz." dedi. Resulullah'ın yanına geldiler ve hadiseyi anlattılar. Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hastaya okuyana "Fatiha Suresi'nin böyle bir dua olduğunu nereden biliyordun? Payınıza düşen koyunları aranızda bölüşün, bana da bir hisse ayırın." buyurdu. Bir başka rivayette şöyledir: Bu grup içinde bulunan sahabelerden bazıları bunu hoş görmeyerek hastaya okuyan arkadaşlarına, "Allah'ın kitabı karşılığında ücret aldın." dediler. Medine'ye geldikleri zaman da Rasulullah'a "Ey Allah'ın Rasulu! Bu Allah'ın kitabı karşılığında ücret aldı." dediler. Bunun üzerine Rasulullah aleyhisselam şöyle buyurdu: "Allah'ın kitabı karşılığında alınan ücret, ücretlerin en helal olanıdır." (Buhari. Tib: 33; Müslim, Selam: 65; Ebu Davud, Tib: 19; Tirmizi, Tib: 20) Ayrıca buna böyle denilmesindeki hikmetlerden biri de Kur'an'ın mucizelerinden olan böyle hallerin açığa çıkmasıdır. Onu zayi edip yanlış işlere sarfetmediği sürece, mucizeden kazanan ve alan elbette en hayırlı olandan almıştır. Bu okuyarak izhar edilendeki gibi, yazılarak izhar olunanda da aynıdır. Daha bunun gibi bir çok hadise olmasına rağmen bu kadar net ve sahih olan tek bir hadis durumu anlamaya yeterli bir delildir. Başka örneklerle uzatmaya gerek duymuyorum. Hem bir şeyden ücret almak bunu Allah'ın rızasından dışarı çıkaran bir kaide de değildir. Bir şeylerden ücret alınarak da Allah'ın rızası kazanılabilir, Allah rızası için yapılabilir. Elinden gelenin en iyisini yapmak buna özenmek de rızayı ilahiyeyi celp eden faktörlerdendir. Zira Allah buyuruyor: "Yaptığınız işi güzel yapın; Allah işini güzel yapanları sever." Bakara/195 Peygamber efendimiz de buyuruyor: "Yüce Allah, yaptığınız işi sağlam ve iyi yapmanızdan hoşnut olur." Beyhaki, Şüabü'l-îmân, 4/334.

Havas ilminin en büyük tehlikesi amelleri halis muhlis Allah'ın zat-ı mukadesi için yapmamaktır. Malesef havasilmi ile meşgul olanlar bu tehlikeye düşmekte. Hiçbir şey talep etmeden amel etmek halis ameldir. Bu halisameller olmadan, Allah razı olmaz. Maalesef ki yok bilmem şunu 400 defa, bunu 100 defa oku; şu olsun, işin olsun, sorunun çözülsün, yok bilmem daha neler neler (...) Bu yüzden bu ilim rızayı ilahiyenin dışında olan bir ilimdir. Doğru değildir.

Havas ilmi, adı üzerinde bir ilimdir. Tıpkı yazılım ilmi, matematik ilmi, astronomi ilmi, biyoloji ilmi, fizik ilmi (...) gibi olmakla beraber maneviyatın ilmidir. Tüm bu ilim ve bilim dallarında hiç tesbihat olmasa bile tefekkür ve hayretin artması ve hayra kullanmak sahasında rızayı ilahiyeyi kendisinde mevcut bulunduruyor olması pek tabii iken elbetteki ilmi havasta da durum böyledir. Ancak bunu anlamak için ilmi havas'a; amel değil, ilim gözüyle bakmalıdır ve kabul etmelidir. Yapılan yanlış aslında buradadır. Kişiler bu maneviyat ilminde pek tabii olarak işin içerisinde zikir ve dualar olduğu için bunlan yalnız amel gözüyle gördüğünden, niyetin de bir çıkar üzere olduğunu farkederek bu ilmi noksan veya kusurlu görmüşlerdir. Ve Hakk'ın rızasının dışında kabul etmişlerdir. Halbuki bu ilim manevi bir ilim olduğundan zikrin unsurunu ve Allah'ın irade buyurup yaratmış olduğu kulundaki tasarrufunu tıpkı eczanedeki bir ilaç gibi ince ve hassas ayar edip, manevi bir hap hükmüne koyup insanlığa sunmasından ortaya çıkmıştır. Bu da aklı selim bir kimsenin daha ziyade hayretini arttırır ki lisanı hal ile o kimse der; "SubhanAllah bu nasıl kusursuz ve ulu bir nizam; esmayı ilahi ve kelamı rabbani nasıl bir kuvvet barındırıyor! Ve bu maneviyat alemi ne kadar uçsuz, ilmin sonsuzluğundan bir nebze tattırıyor!" Bunu diyerek hayreti, müşahadesi ve yakini artar, imanı kuvvetlenir. Ve hayra da kullanırsa ne büyük kazanç içerisindedir... Zira ibadet başka, sahip olunan ilim başka. Ama malumdur ki [ilmi helal] hangi alanda olursa olsun hakkıyla ve hayır cihetinden kullanılırsa ibadeti makbul tabiatına geçer.

Nitekim tüm bunlan amel cihetinden de görsek, bu Hakk'ın rızasına mani değildir. Çünkü bir çok ayet ve hadislerde bir çok zikir ve amelin faziletleri ve karşılığında ihsan edilecek nimetler bahsedilmiştir. Namaz kılanın cennet ile müjdelenmesi, şükredenin nimetinin arttırılacağı ile müjdelenmesi ve dahi ayetler dışında onlarca hadis ile belirli zikirlerin neticesinde ihsan edilen haller haber verilmiştir. Bunlar teşviğin yanı sıra, hakikattir ve ilahi bir nizamdır. Amel eden amelinin mutlaka bir yansımasını, karşılığını hayatında bulacaktır. Bunu bilmesi onun ihlasına mani değildir. Bilhassa bu nizamdan haberli olduğu için marifetinin nişanesidir. Hem bu ticaret değil, ihsandır. Çünkü böyle bir ticaret ve böyle bir kar, akıl ile ölçülemez ve buna ticaret denilemez, bu ancak ihsandır. İhsan kapısında duran da elbette ondan bir parçaya ulaşacaktır. Ehlullah nazarı başkadır, avam nazarı başkadır. O sayılı ve ulu velilerin nazarı ile avamın nazarını bu konuda bir tutamazsınız. Çünkü konu buraya gelene kadar daha nice farklı bakmak gereken kaideler var. O Hakk dostları cennet ve cehennemden de geçmişlerdir. Elbette zikrin dışında daha başka her konuda ve yapmış oldukları tüm işlerde maksatları da yalnız Rıza-ı İlahidir. Bunu yapabilen zaten böyle şeyleri okumakla da meşgul olmazlar. [Hasta olmayan ilaç aramaz.] Ancak bilmelidir ki bu caizdir, affolmak için belirli ameller yapmak [tesbih namazı gibi bir karşılık için amel etmek değil midir? İstihare gibi, hacet namazı gibi, dualar da hem bir ibadettir hem de bir maksatla yapılmaktadır. Bunlar da efendimizin sünnetleri ve öğretisi değil midir? Bunlara yanlış diyenin sözü nereye kadar uzanır dikkat etmelidir.


Fotoğraf ile manevi bakım yapılmaz. Eski kadim hiçbir havas eserinde, hiçbir üstad fotoğrafla bakım olur dememiştir.

Keşfen veya kalbe dayalı, hissel bir bakıma sahip ve ehil olmayan bir kimsenin bunu kabul etmesi zaten beklenilmez. Zira onlar yalnızca eserlerde zikredilen ve herkesin öğrendiğinde yapabileceği usül ve formüllerle veyahut bazı terkib ve yöntemlerle dayalı bakımlardan istifade edebiliyorlar. Keşf ve histen mahrum kaba tabiatlı insanlar, bunlara da itibar etmezler. Bu itibarsızlıklarına da delil getirmek üzere, hiçbir kadim eserde fotoğrafla bakım yapıldığına dair bir bilginin yer almamasını kılıf olarak gösterirler. Ancak akletmezler ki bu kadim eserlerin kaleme alındığı zaman fotoğraf diye bir şey yoktu. Son zamanlarda olsa dahi böyle yaygın bir mesele değildi. Hem fotoğraf olmasa dahi o vakitte bile suret ve tasvir ile çok tılsım ve çok terkib vaki idi. Hatta İsa aleyhisselamın mucizelerinden biri dahi bu suret bahsine dayalı idi: Ali İmran/49:"...Ben, Rabbinizden delille geldim size. Balçığı yoğurur, kuş şekline sokar, ona üflerim, Allah'ın izniyle kuş olur..." Bunların eserlerde ve günümüzde en çok görüldüğü alan ise büyülerdir. Bunu iddia eden kimseler diyemezler ki suret ile büyü de eserlerde yoktur. Çünkü mumdan, bezden suret yapılıp iğne batırılması, kağıda suret çizilmesi ve bağlanması, levhalara suret kazınması ve ısıtılması gibi bunları şekledip, daha sonrasında da niyet edilen kişinin hayali düşünülerek ve odaklanarak o surete hayalen koyulup tevkiller söyleyip üflemek ve yazmak ile de desteklenerek amel tamamlarlardı ki işlem o kimseye tesir etsin. Şimdi bu, bizatihi o kimseye ulaşılamadığından yapılırdı. Ona benzetilir, kadınsa kadın suretinde, erkekse erkek suretinde olmak üzere şekil verilirdi. Düşünemiyorlar mı ki suretin dahi manevi olarak bir hükmü ve tesiri var, Allah böyle takdir etmiş. Fotoğrafın nasıl olmasın? Üstelik fotoğraf suret gibi de değilken? (Bu ayrımı yazının ilerisinde delillendireceğim.) Bu zamanda büyücüler dahi suret çizmekten ziyade daha çok fotoğraf kullanıyorlar, peki neden? Çünkü o zamanlarda suret yapılmasının sebebi zaten fotoğrafın olmaması idi. Fotoğraf bu işi kolaylaştırdı. Hayatında büyü buldurup çıkartmamış kimseler, tabi o çıkartılan büyüleri de göremediğinden güncel büyülerden habersiz kalıyorlar. Her şeyi eski eserlerden ibaret ve yalnız onlar ile yapılıyor zannediyor. Kaşıklara tılsımlara dahi fotoğraf koyarak, fotoğraftan ip düğüm geçirerek yağlayarak, fotoğrafa kilit vurarak büyü yapıyorlar artık. Yüzlerce insan var böyle büyü bulan. Şimdi eserlerde fotoğrafla büyü yok diye bunlar da mı tesirsiz ve asılsız? Tek dayanağı akletmeden kitap bilgilerini nakleden bir kimse neticede böyle mantığı terk edip, asrın sıkıntılarını teşhisten mahrum kalıyor, kitap yüklü merkebe dönüyor. Delile gelince de kitaplarda yok deyip kendince kendini haklı çıkarıyor. Dinin müceddidleri olduğu gibi, her çeşit ilimlerin de müceddidleri vardır ki o ilmi içinde bulunduğu asra göre açsın ve anlatsın...

Suret ile tesir önceki yazıda zikrettiğim şekilde haksa ve varsa, fotoğraf ile bakım da haktır ve vardır. Bunun ise ayrımı fıkhi hüküm ile kanıtlanır: Muhammed Bahît El-Mutî'î rahmetullahi aleyh El- Cevabul-Şafii risalesinde fotoğraf çekmenin caiz olduğunu, zira "çizmek gibi olmadığını zikrediyor. Şimdi çizmenin tesiri vaki iken, ondan ayrı tutulan "fotoğrafın" bakımı mı mümkün olmayacak? Bunu, mantığını kullanabilen insanlar için bu kadar detaylandırdım. Yoksa işin içinde detay değil inanç mevzu bahistir. Çünkü mana maddenin dışındadır ki, ona maddeden aleni bir delil getirilebilsin. Ancak işaret getirilebilir ki bu da yalnız inanmak isteyene kafidir. İstemeyen ise yine bir bahane bulacaktır. Tıpkı dinde buldukları gibi... Mana ve maddenin ayrımını bir temsil ile anlatayım: Yatalak bir kimse var ki dört duvar arasında bir odada hiç dışarıya çıkmadan bir ömür sürüyor. Onun bulunduğu bu odaya bir defter getirmişler. Bu defterde ise odanın dışındaki doğa ve tabiat, nebatat ve hayvanat resmedilmiş ve tarif edilmiş. Dışarıda böyle haller var denilmiş. Ancak o kimse bunları daha önce hiç görmemiş. O kimse akıl gözüyle görüp "ben bu odadan hiç dışarıya çıkmadım ve görmedim, görmemiş olsam da bunların hepsinin bir insanın alemi hayalinin tasvirinden çıkamayacağını düşünüyorum." diyerek varlığına inanabileceği gibi, böyle bir şey hiç görmedim, o sebeple bunlar da yoktur ve asılsızdır da diyebilir. Bu o kişiye kalmıştır. İşte bu temsildeki defteri madde gözümüz olarak düşünebiliriz, mana ve manevi gözümüz ise o defterin dışındadır. Mana o doğa tabiat, nebatat ve hayvanattır. Onları görebilmek için o odadan çıkmak, yani manevi nevi gözü açıp seyretmek lazımdır. Bunu yapamıyorsa o vakit ya kabul edecek veyahut reddedecektir. Çünkü mana delil değil işaret verir ve buna karşı da inanç ister. O sebeple böyle kimselerin defterine, defterin dışındakileri ancak yukarıdaki verdiğim misaller gibi temsiller ve örnekler ile yazıp çizebilirsin. Mantığını anlatırsın. Deftere bakan bir kimse bu yazılanlara dayanarak defterin dışındakileri görmese bile akıl gözüyle müşahade edip, kabul edebilir. Veya yalnız kendisine inanarak reddeder. Bu hususta da hürdür.

Konuyu daha da uzatmadan son olarak şu sözlerimle bitirmek istiyorum. Beni yakın çevremden tanıyanlar, bizzat iki farklı şeyh efendiden yaptığım usüller üzere hem vefk ve tılsım yazımında, hem manevi bakım ve bakım usüllerinde, hem de bu ilmin kendisinde ve tedavide bir bir denenip test edilerek ders ve nasihat aldığımı, izin ve icazet aldığımı bilirler. Aranızdan bir kaç kişi bu mübarek şeyh efendilerden birisinin beni denediği ve bizzat bu izinleri verdiğinde yanımdaydılar. Bu meseleler şahitsiz de değiller. Ayrıca bunlar haricinde daha başka şeyh efendiler de bu alanda beni bilip lüzum görürlerse dervişlerine beni tavsiye etmektedir. Benim yaptığım ve paylaştıklarım bu alanda ilmime yeterli bir delil olması sebebiyle bu mübarekleri zikretmek ihtiyacı hissetmiyorum. O mübareklerin isimlerini de onlara hürmetimden ötürü bu zamanda, böyle zann altında olan bir ilim hususunda kullanmak istemiyorum. Beni yakından bilmeyenlere delil olsun diye buradaki söylediklerime "vallahi söylediğim gibidir" diyerek yemin ediyorum. İnanmak isteyen ve itibar eden inanır. Şimdi mürşid-i kamiller bu usüllere kendileri izin verip yapılanın doğruluğunu teyit etmişlerken, bir başkasının böyle değildir demesi bizi niye etkilesin? Arkamda onların izni varken neyden çekineyim? Hatta daha ilerisini söyleyeyim, bazı tanındık büyük mürşidi kamiller ile irtibatı olup, özelden bu Allah dostlarına telefonda bu şekilde bakım yaptırıp bir şey varsa kendilerini okutup temizleten aranızda illaki vardır. Zira bizatihi ben kendim de gördüm ki böyle uzakta olan yakın ihvanlarından bazılarına bakım yapıp bir şey görürse temizleyen şeyh efendiler var, ben buna da şahidim. Ayıptır. Bundan mahrum olanın, bu ilmin içinde olup da inkar edip bilerek veya bilmeyerek bu zatları zann altında bırakması ayıptır. Sırf bu sebeple nefislerinden, o zatların aleyhlerine de atmasınlar diye isimlerini burda zikretmiyorum. Şahısların nefislerindeki kusurları kendileri ile Allah arasındadır, biz onlara ne diyebiliriz? Fakat genel bir yanlış, ehil ve izin sahipleri tarafından düzeltilmeli ki ilmin hakkı zayi olmasın. Doğru ile yanlış birbirinden ayrışsın.